SEKSENLERDE İNÖNÜ’DE ÇOCUK OLMAK 4: YAZ RAMAZANLARI

25.04.2024 - Perşembe 15:18

 

Prof. Dr. Murat Ali KARAVELİOĞLU

Zaman… Hayatın ruhu… Kimine göre eşkin bir at, coşkun bir nehir, savuran bir yel; kimine göre ise yüzüp gitmek bilmeyen bir gemi, sıkıntı veren bir arkadaş, bel büken ağır bir yük. Daha doğrusu yaşa göre, yaşantıya göre belki her ikisi birden… Çocuklukta uzundur, geçmek bilmez; yetişkinlikte bir kısalır ele gelmez. Her şey zamanında güzel demişler. Zamanın da kendi içinde zamanları vardır. Gece başka gündüz başka, kış başka yaz başka, insana bahşedilen vakitler başka. Mübarek geceler, günler, aylara sultan olan aylar, dini ve milli bayramlar…

Her sene zaman deryasından mataramıza doldurduğumuz on iki damladan, kesemize attığımız on iki altından birinin adı Ramazan’dır. Kamerî ay hesabınca yılda on gün beri gelen Ramazan ayı sanki bizi özlemektedir. Böylece yıllar içinde bütün bir yılı dolanır ve her mevsimde bize misafir olur. Ramazan ayının aşağı yukarı otuz üç yılda bir seneyi dolandığı söylenir. Otuz üç, yani cennette insanın dirileceği rivayet olunan yaş; otuz üç, teşbihte “suphanallah” çekecek uzunluk… Kaba bir hesapla işte bu kadar sene önce Ramazan ayı yine böyle yaz aylarına tesadüf ediyordu. Seksenli yıllara, bizim iyi çocukluk oyunu oynadığımız demlere...

Rençberliğin esas geçim kaynağı olduğu İnönü’de bedensel kuvvet isteyen bu meslek için her şeyden mühim olan sağlam beslenmektir. Makine gücüne dayalı modern tarımın yeni yaygınlaşmaya başladığı seksenli yıllarda bu, günümüzden daha önemli bir ayrıntı idi. İnsanı tok tutan temel besin kaynakları ise en başta et yemekleri ve hamur işleriydi. Anadolu’nun çilekeş insanının hamurlu mamulleri çok sevmesi, hamur ürünlerinin çeşitlilik ve zenginliğinden bellidir. Hele bir de hasat ve harman zamanı oruç ayı ile buluştuğunda sahur ve iftar yemeklerinde hamurlu yiyeceklerin ağırlığı artardı. Günümüz şehir insanına yönelik beslenme önerilerinin aksine bilhassa sahurda böyle ağır yiyecekler tercih edilirdi ki uzun yaz gününün ve ağır çalışma şartlarının altında oruç ve iş dayanılmaz hale gelmesin. Hamur aşlarının başında yağlı hamursuz, dürüm/dürme, şipirt, sulu mantı, dolama mantı, kıvırma, suyatma (=suyaatma, ne de güzel bir aş ismi), erişte, bazlama, gözleme (ağızlısı, peynirlisi, patateslisi ve hele taze soğanlısı), pide ve haşhaşlı/peynirli gibi annelerimizin, ninelerimizin gerçekten de çok güzel yaptığı yiyecekler gelirdi. Bugün insan öyle sıcak günlerde, böyle ağır hamur aşlarının nasıl tüketilebildiğine şaşıyor; oysa iş hacminin ve niteliğinin gözden kaçırılmaması gerekiyor. Zira onca ağır yemek sadece oruç için değil, iş için de yeniyordu. Tabi bunlar mevsim meyveleri, sebzeleri ve yoğurtla destekleniyordu ki vitamin ve su ihtiyacı geri planda kalmasın.

Çocukluğumda Ramazan hazırlıklarının birkaç ay önceden başladığını hatırlıyorum. İftar sofralarının değişmez çorbası tarhana, makarna ve pilav niyetine erişte, şipirt için yufkalar çoktan hazır edilirdi. İftarın değişmezi tarhana çorbasıydı, öyle çorba çeşitliliği bulunmazdı. Bir de kuru fasulye katılırsa kimsenin başka çorbayı canı çekmezdi. Bizler kimimiz oruçlu kimimiz oruçsuz soluduğumuz bütün bu yemek kokularıyla Ramazan’ı bir yönüyle hissederdik.

Onu idrak etmemizde etken olan şeylerin başında kuşkusuz sahur gelirdi. Oruç tutmayacak bile olsak büyüklerle birlikte sahura kalkmak bizim için çok özel bir faaliyetti. Haftada bir iki kez sahurda penceremizin dibine sokulan davulcu her defasında farklı maniler söyleyerek bizi uyandırırdı. Dolaşacağı sokakları kendine göre belirler, bir gecede sokakta bulunan her eve uğramazdı. Ayrı bir planlamayla evleri zihninde böler, böylece bir sokağa bir ay boyunca mümkün olduğunca çok uğramaya çalışırdı. Bugün büyük şehirlerde bir nostalji olarak devam ettirilen sahurda davul çalma geleneği, aslında çoktan dejenere olmuştur. Bir ahenk ve tempo gözetmeksizin davula rastgele vurulan tokmak, birçok insan için gürültüden başka bir şey ifade etmiyor. Mani veya tekerleme zaten söylemiyorlar bile. Davulcuların söylediği manilerden aklımda kalan bir tanesini burada paylaşıp kayıt altına almak yerinde olacaktır:

Yüklükten[1] kedi hopladı

Sıçanının ödü patladı

Gözüm nuru Ahmet Efendi

İnşallah olursun hacı

Gecenin bir yarısında yer sofrasının etrafına toplanan aile büyüklerinin arasında kendimizi büyümüş hissederdik. Uyku sersemliğinden iştahımız olmasa bile yememiz için ısrar edilir, oruca hazırlanırdık. Çocukluğumuzun ilk yıllarında tuttuğumuz oruca “tekne orucu” denirdi. Çünkü sabahleyin uyandıktan birkaç saat sonra acıktığımızda orucumuzu teknenin altına saklar, yemek yiyip su içtikten sonra oruca kaldığımız yerden devam ederdik. Böylece yetişkin bir insan günde bir oruç tutabildiği halde biz en az üç oruç tutardık. Bu bizi gerçek oruç tutacağımız günlere alıştırırdı. Gün boyunca oruçlu kalacağımız zamanlara eriştiğimizde bütün bir ay’ı tamamlayamayacaksak bile mesela aralıklarla üç gün tutmamız söylenirdi. “Allah bu üçün yanına bir sıfır ekler, otuz gün tutmuş gibi sevap yazar” diyerek de motive edilirdik. Buna pek çabuk kanar ve yetişkinler gibi oruç tutmuş olmanın hazzını doyasıya yaşardık. İftar saatinin yaklaşması nasıl bir heyecan yaratırdı. Açlıktan boyunlarımız armut sapına dönmüş, bedenlerimiz iyiden iyiye cılızlaşmış olurdu. Mutfaktan ve avludaki toprak fırından etrafa yayılan yemek kokuları, bizi iyice kendimizden geçirirdi. Buna rağmen, sabahleyin hocaya gitmekten, akşama kadar güneşin evinde top oynamaktan vazgeçmezdik. Babaannem ve dedem son dakikaları iftar sofrasının başında geçirmemi isterlerdi. Bu manzaranın Allah’ın daha da hoşuna gideceğini ve bizden razı olmasına vesile olacağını öğütlerlerdi. Biz bugün çocuklarımıza aynı öğütleri vererek zorlu bir işi zevkli bir hale getiriyor muyuz?

Ramazan gecelerinin en güzel yanı teravihe gitmek, sonrasında da biraz daha sokakta oynamaktı. Başka zaman olsa hava kararırken eve girmemiz için kıyameti koparan anne babalarımız, şu ayın hürmetine buna dahi izin verirlerdi. Küçük bir çocukken annelerimizin yanında teravihe giderdik. Caminin, bayanlara ayrılan üst katına biz de çıkar, onların yanı başında otura kalka bu uzun namazı tamamlardık. Sonraları arkadaşlarla buluşup gitmeye, kasabanın camilerini gezmeye başladık. Biz de her çocuk gibi teravih kılınırken gülerdik. Hatta gülmek için birbirimizin ayaklarını gıdıkladığımız bile olurdu. Şimdi hepsi rahmetli olmuş ihtiyarlarımız kaşlarını çatıp kızsa da bundan bir türlü vazgeçemezdik. Bana göre olması gereken buydu ve çocuk camiye alışmaktaydı. Bir bakıma sonrasında oyun oynayacağımız için güzel bir bahane oluşurdu. Hatta bazen arkadaşlarla teravihe diye sözleşip evden çıkar ve camiye uğramadan oyuna dalardık. Bu hatıra bana ünlü şair Nedim’in şu dizelerini hatırlattı:

İzn alıp Cum’a nemâzına deyü mâderden

Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden

Dolaşıp iskeleye doğru nihân yollardan

Gidelim serv-i revânım yürü Sa’dâbâd’a

(Ey salına salına yürüyen servi boylu sevdiğim, Cuma namazına gideceğim diye annenden izin alıp şu eziyet verici felekten bir gün çalalım da iskeleye doğru gizli yollardan dolaşarak Sadabad’a gidelim)

İşte böylece gecenin karanlığında şimdi belediye binası olan eski sağlık ocağının yüksek çam ağaçlarıyla dolu bahçesinde saklambaca başlar, ebe olanı gencecik yaşında hayattan bezdirirdik. Nihayet öyle yorucu bir gün geçirirdik ki annemiz yarın oruçtan izinli ol dese de tutmak isterdik. O yılların büyük şehirlerinin belirli meydanlarında Ramazan akşamlarında meddah, ortaoyunu ve Karagöz gibi geleneksel halk tiyatrosu oyunlarının oynatıldığını duyardık; ancak kasabamız gibi küçük yerleşim yerlerinde böyle eğlence faaliyetleri olmazdı. Bizim Karagöz’ümüz teravih sonrası en çok bir saat süren oyunlarımızdı. Hatta o eğitici, sevdirici, alıştırıcı ve eğlendirici teravih namazlarıydı desem bilmem yadırgar mısınız?

Bir ara Yeşil Cami ile Çarşı Camii’nin ilahi korosunda yer aldığımı hatırlıyorum. Üç beş arkadaş, hocanın istemesiyle ezberlediğimiz ilahileri rekât aralarında ve teravih sonunda hep bir ağızdan okurduk. İftarın, sıcağın ve teravihin insana verdiği ağırlığı incecik seslerimizle kuşlar gibi şakıyarak kaldırıverirdik. Şimdi çoğunu unuttuğum ilahi repertuarım o zamanlar pek zengin idi. Bunda bile zamanın çocukları için ders vardır. Çünkü şu ilahi korosu sosyal faaliyetlerin çok sınırlı olduğu küçük bir kasabada çocuğu sosyalleştiren bir şeydir. Toplum karşısına çıkmayı, topluluk karşısında sesini çıkarabilmeyi, kendini ifade edebilmeyi aşıladığı bir hakikattir.

Ayın sonlarına yaklaşılınca bayram hazırlıkları başlardı. Senede bir kez (katiyen iki kez değil), genellikle Ramazan Bayramı için alış verişe gidileceği zaman duyduğumuz heyecan, orucun ağırlığını hafifletirdi. Eskişehir’e yahut Bozüyük’e gidilecek ve bayramlık elbiseler alınacaktı, hangi çocuk heyecanlanmazdı? Şimdi bu heyecanı, şu zamanın on-on iki yaşlarındaki bir çocuğuna nasıl anlatmalı? “Şehre gitmek büyük hadiseydi” desem, tuhaf karşılar; “babam beni arabamızla hep götürüyor” der. “Belli bir yaşa kadar senede bir böyle alışverişe çıkılırdı, bir çift ayakkabı neyimize yetmiyordu” desem, iyice şaşırır; “benim renk renk, model model, marka marka, mevsim mevsim ayakkabılarım var” deyiverir. “Dedem veya babam bazen beni götürürdü, bazen götürmeden kendi yakıştırıp alırdı” desem, “ne diyor acaba bu amca?” diye aklından geçirir. Düşünün bir kere, neredeyse o yaşlardaki bir çocuk artık internet üzerinden alış veriş ediyor. Anlatmak, anlaşmak kolay değil.

Tabi bir de hummalı bayram yemeği hazırlıkları vardı. Kurban Bayramı gibi etin saltanatı olmadığından köfte sofranın sultanı olurdu, bugün de öyle. Allah eksikliğini göstermesin, İnönü bayram yemekleri bakımından zengin. Sadece bir sebze yemeği -mesela kuru fasulye- sunulan bayram sofraları olduğunu gördüğüm gün bunu anlayabilmiştim. Baklava yufkasının birkaç hane buluşulup açılması ve son gün şerbetinin dökülmesi, ağız ağız ekmek yapılması çocukta oruç mu bırakır? Bu kokuları duyduğum bir son oruç gününde iftar olmayacak diye aklımı oynatacağımı sanmaktan hayli ürktüğümü hatırlıyorum.

Ertesi günü bayram namazı kılınıp yeni elbiseler de giyildi miydi, oruç tutan çocuğun hakkı tastamam ödenmiş olurdu. Bugün de olduğu gibi bayramın birinci günü çocuklarındır. Büyüklerin ellerinden öpülerek ille de hediyemizi beklerdik. Bazı ihtiyarlar parası yoksa yahut vermek istemiyorsa “borcum olsun bakalım” derlerdi, kanardık. İkindi saatleri geçinceye kadar sokak sokak, kapı kapı dolaşarak her çeşit şekerden toplar, hasılat bereketli olursa dolan poşeti arada eve boşaltıp devam ederdik. Bayramlar çocukların hasat mevsimidir. Topladığımız harçlıklarımızla balonlar, çıtırpıtırlar, mantarlar, su tabancaları, mantar tabancaları, arabalar, talih çukulataları vb. alır, böylece büyüklerimizin başka zaman olsa izin vermeyecekleri şeylere kendi paramızla kavuşmuş olurduk. Oruçla açların hali; bayramla kendi kazanma, kendi harcama, paylaşma öğrenilir. Bazen “kaba şeker” gibi pek de gösterişsiz bir hediye ile yetinen evlere bir daha gitmek istemez; çiklet, mendil gibi orijinal şeyler veren evler ise listenin en başına yazardık. Bayram, oruç tutsun tutmasın, kurban kessin kesmesin büyük küçük dinlemeden derhal arabaya binip tatil bölgelerine kaçmak, otellere kapanmak değildir. Çocukluğumuzun Ramazanları ve bayramları bizlere işte tüm bunları öğreten birer mektep idiler.

Ramazan ayı insana sabrı, sevmeyi ve paylaşmayı öğretiyor, bu doğru; ancak insan henüz çocuk yaşlarda tadına varıyorsa bu daha doğru. O yılların ekonomik imkânları, sosyal şartları ve insan ilişkileri bağlamındaki mütevazılık, sadelik ve samimilik Ramazan’ı yaşamın tam içine dâhil ediyor ve hakiki manasının idrakine vesile oluyordu. Sahuru bereketli, günü pek bir zorluklu, iftarı sevinçli, teravihi neşeli idi. Ne yalan söyleyeyim, çocukluk zamanlarımın Ramazan tadını büyüdükten sonra hiç almadım. O tatlar mı değişti, benim ağzımın tadı mı, yoksa ikisi birden mi bilmem. Değişen zamanlar, değişen mekânlar, her türlü ekonomik imkân ve sosyal çevre en savunmasız ve korunmasız olan samimiyeti ortadan kaldırıyor, olmadı azaltıyor.

Geçen zamanı geri getirmek mümkün olmadığı gibi eski Ramazanları geri getirmenin de imkânı yoktur. O halde insan, her zamanını güzel bilmeli, her Ramazanı çocuklar gibi şen karşılamalı; “ibnü’l-vakt (=zamanın çocuğu)” olmalı. Böylece zaman da durur, insan da mutlu olur.

[1] Yüklük: Eskiden evlerde yorgan, döşek, çarşaf, yastık gibi uyku malzemesinin üst üste istiflenerek korunduğu, genellikle duvara gömme, kapaklı dolaptır ki eşyalar boşaltıldıktan sonra banyo olarak da kullanılırdı. Üstelik soğuk kış gecelerinde farelerin de sıcacık yuvası olabileceğini kestirmek güç değildir.